21 Aralık 2011 Çarşamba

Jurasik Park Gerçek Mi Oluyor?

Yaşlı dünyamızdan şimdiye kadar cok sayıda tür gelip geçmiş. Milyonlarca yıl önce gezegenimizin baskın türü insanlar değil dinozorlardi. Simdiye kadar yaşamış türlerin çoğu yokolmuş ve varolan türlerin pek çoğu da büyük bir hızla yok olmakta. Nesli tükenmiş türlerin kalıntılarını sadece müzelerde görebiliyor veya onların hayatta iken nasıl olabileceklerini bilim-kurgu filmlerde izleyebiliyoruz. Ancak son zamanlarda onlari geri getirmekten bahsetmeye başladık. Gelişmelere bakılırsa gezegenimizin bu eski sakinlerine yeniden merhaba diyebileceğimiz günler geleceğimizin bir parçası olacağa benziyor.

TÜBITAK Bilim ve Teknik Dergisinin 2012 yılı ilk sayısı için nesli tükenmiş canlıların yeniden yaşama kavuşturulmasına ne kadar yakın olduğumuzu, bu konuda son zamanlarda yapılan araştırmaları ve elde edilen sonuçları yazdım. İlgi ile okuyacağınızı tahmin ediyorum.





31 Ekim 2011 Pazartesi

Dünyayı Besleyen Adam: Norman Borlaug

Yağmur bu yaz da uğramadı Somali’ye. Yiyecek bir şey bulamayınca önce sütleri kurudu ineklerin, sonra vücutları içeri doğru çökmeye başladı. Derileri kemiklerine yapıştı neredeyse. Sırtlarına su dökülse kaburga kemikleri arasında oluşan oluklardan akardı aşağı doğru. Kasları o kadar eriyip gitti ki kalça kemiklerinin sivri uçları derilerini delip dışarı çıkacaktı sanki. Hareket edecek güçleri de tükenince bir bir oldukları yere yığılıp kaldılar, bir daha da kalkmadılar. Sonu gelmeyen kuraklığın yakıp kavurduğu bu tozlu toprakların insanları, hayatla aralarındaki en güçlü bağları olan hayvanlarını kaybederken aynı kaderi paylaşıyorlardı. Emziren annelerin yanakları açlıktan içeri çökmüş, elmacık kemikleri çıkık çıkık duruyor. Konuşmaya dahi güçleri kalmamış, gözleri soluk soluk bakıyor. Bir annenin kucağındaki bebeğin, vücuduna göre kocaman duran başı arkaya doğru düşmüş, gözleri yarı açık, sanki ölümle yaşam arasında bir yerde bekliyor ve her ikisi arasında gidip geliyormuş izlenimi veriyor. Kol ve bacakları incecik kalmış, kaburgaları sayılıyor. Açlığın ve susuzluğun pençesine düşen kabile halkları bile bir yudum su bulabilmek için genelde uzak durdukları yerleşim merkezlerine inmiş, yardım kuruluşlarının su ve yiyecek dağıtan kamyonlarının etrafına yığılmışlar. Parlak renkli boncuklardan yapılmış, boynu dâhil göğüs kafesini kavrayan boyunluğu ve göğüslüğü, kulağında iri demir hakla küpeleri ile bir anne yere oturmuş, yardım kamyonundan eline geçen mamayı bebeğine yedirmeye çalışıyor. Güçsüz bebeğin dudaklarında kalan mamaya sinekler üşüşmüş. Yaşlılar kurumuş dallar, mukavva, plastik, teneke ne bulunmuşsa onunla yapılmış küçücük barakalarının önüne çömelmiş, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzlerini avuçlarına almış, sanki sonsuzluğa bakıyor, ölümü bekliyorlar.

Tarihin sessiz kahramanları vardır, kimsenin adlarını bilmediği. Oysa onların yaptıkları yerkürenin her köşesine ulaşmış, milyonlarca insanın hayatına dokunmuştur. Norman Borlaug işte bu kahramanlardan biri. O tarihe dünyayı besleyen adam olarak geçti.

TUBITAK Bilim ve Teknik Dergisinin Kasım 2011 sayısı için Norman Borlaug'in insanlığın gıda sorununun çözümüne yönelik esin kaynağı olan çalışmalarını ve elde ettiği başarılarını yazdım.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/

19 Ekim 2011 Çarşamba

Okurlarımla tanışmayı dört gözle bekliyorum.


13 Kasim 2011
TÜYAP Kitap Fuarı TÜBİTAK Standı’nda “Yaşamın Sırrı DNA” kitabı imza günü

15 Kasım Salı
TÜYAP Karadeniz Salonu Bilim Söyleşisi
Saat 12:30 -13:30

10 Eylül 2011 Cumartesi

İnsanın gerçekten kalp atışlarına ihtiyacı var mı?

Bölümümüzde severek yaptığım işlerden biri, yan ihtisasını yapan doctor arkadaşlara kariyerleri için önemli olan, proje hazırlama, kongrelere özet hazırlama, kolaborasyon  vb konularda seminerler vermek ve ayrıca araştırmaları hakkında yapıcı önerilerde bulunmak. Bu hafta sunumunu yapan arkadaşımızın araştırma konusu kalp atışları ve onunla ilgili belli bazı anormalliklerdi. Seminerinin sonuna ona sorduğum soru şuydu “insanın gerçekten kalp atışına ihtiyacı var mı?”

Böyle de soru mu olur? dediğinizi duyar gibiyim. Öyle düşünmüş olacak ki semineri veren arkadaş da önce şaşkın bakışlarla soruyu tekrar etmemi istedi. Aynı şeyi tekrarlayınca sessiz geçen saniyelerde bir cevap bulmaya çalıştı. Bu arada salondaki dinleyiciler arasında da mırıldanmalar başlamıştı. Hatta içlerinden birinin alçak sesle “yaşamak için elbette kalp atışına ihtiyacımız var” dediğini duydum.

Neonatolojist olan prof arkadaş, en azından bebeklerde kalp atışı olmaksızın kanın devamlı akışının böbreklere iyi gelmediğini söyledi. Bir diğer prof arkadaş ise aslında bu problemin pulse, yani kalp atışının olmamasından ziyade diğer hastalık nedenlerinden, örneğin bağışıklık sisteminden kaynaklanıyor olabileceğini ileri sürdü.

Çoğu kez olduğunu gibi bu sefer de literatürü tarayınca bu tür düşüncelerin benden çok önce başka bilim insanlarının da aklından geçtiğini görmek şaşırtıcı olmadı. Nitekim yakın bir zamanda Teksaslı iki Amerikalı kalp cerrahinin sürekli kalp akışını sağlayacak son derece basit iki pompa (resimde görülen) kullanarak terminally ill (artık ümitsiz) bir hastanın daha uzun yaşamasını sağladıklarını okudum. Pompalar kanın aynı hızda sürekli olarak akışını sağlıyorlardı. Hastanın eşi, başını kocasının göğsüne dayadığında onun kalp atışlarını duyamamanın çok garip olduğunu söyleyecekti. Bu son derece ucuz metodun çok sayıda kalp nakli bekleyen hasta için bir çözüm olup olamayacağını zaman gösterecek.

Ancak bu bloğu böyle bir icadın yapılmış olduğunu bildirmek için yazmadım. Aksine bizlerin, özellikle bilim insanı olan veya olmaya gönül vermiş olanlarımızın yaşama bakış açılarının nasıl olması gerektiğine bir örnek verebilmek ti amacım. Eğer yaşamı bu şekilde sorgulayabiliyor ve böyle bir cesareti kendinizde göruyorsanız bilim insanlığıni kendinize hedef seçmenizi oneririm.

3 Eylül 2011 Cumartesi

ABD Üniversitelerinde Master ve Doktora Yapmak


Türkiye’den çok sayıda öğrenci okurum ABD’de moleküler biyoloji veya genetic dallarında master ve doktora yapma konusunda sorular gönderip bu konudaki önerilerimi duymak istediklerini belirtiyorlar. Bir blog yazıp biraz bilgi vermek istedim.

Öncelikle ABD’deki sistemin Türkiye’de uygulanandan farklı olduğunu hemen belirtmek isterim. TR’de lisans eğitiminden sonra yüksek lisans ve sonrasında da doktora yapılıyor. Dolayısıyla doktora yapmak isteyen birinin önce master (yüksek lisans) derecesi almış olması gerekiyor. ABD’de ise doğrudan doktora programına başlanıyor. Master derecesi almış olmak gibi bir koşul yok. Bununla birlikte eğer öğrenci sadece master yapmak istiyorsa master programına girebiliyor. Genelde doktora programları 5-6 yıl sürerken master için 2, bazan 3 yıllık bir çalışma yeterli oluyor (kisinin kapasitesi ve programdaki basarisi sureyi etkiliyor, dort yilda mezun olanlar olabildigi gibi 10 yilda doktora alan ogrenciler de soz konusu). Bazan doktora yapmak amacıyla programa giren ama bazı nedenlerle programı tamamlamaktan vazgeçen öğrenciler, gerekli şartları yerine getirmiş olmak kaydıyla, master derecesi alıp ayrılabiliyorlar.

Yabancı öğrenciler için hem master hem de doktora için girişte önemli olan kriterler; i) lisans derslerinden aldiklari notlar ıı) TOEFL sinavi puanı ııı) GRE sinavi puanı. Bildigim kadariyla TOEFL ve GRE sınavlarına Amerikan konsolosluklarında girilebiliyor. TOEFL bildiğiniz gibi ingilizce bilgi sevyesini ölçen bir sınav, GRE ise genel yetenek düzeyini ölçen ve TR’deki iki basamaklı sınav sisteminde ilk basamak sınavını andıran bir sınav oluyor. Bu iki sınavdan alınan puanlar ne kadar yüksek olursa, herhangi bir Amerikan üniversitesinden burslu olarak doktora programına kabul alma şansı da o kadar yüksek oluyor.

ABD dışından, özellikle Çin ve Hindistan’dan başvurup kabul alan öğrencilerin TOEFL puanları çok yüksek olmasa da iyi olmakla birlikte , GRE den aldıkları puanlar çok yüksek oluyor. Bunu göz önünde tutmak ve ona göre hazırlanmak gerekiyor. Özellikle GRE’nin sayısal denebilecek “quantitative” kısmından çok yüksek puan almak gerekiyor. TR'deki degisik kurumlardan burs almis olmak pozitif olarak degerlendiriliyor olsa da ders notlari, GRE ve TOEFL puanlari kabul almada esas teskil ediyor. 

Bu iki sınavdan iyi puanlar aldıktan sonra istediğiniz ABD üniversitesine başvuru yapabilirsiniz. Başvurular üniversitenin “Graduate School”una yapılıyor. Her üniversitenin web sitesinden graduate school sayfalarına girerek başvuru formlarını bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarda giriş koşulları ile ilgili bilgiler de sunuluyor. Avrupa ve ABD doktora programları arasında bir karşılaştırma yapmak gerekirse ABD üniversitelerinde uygulanan program özellikle ülkemizden gelen öğrenciler için çok daha uygun görüşündeyim. Bunun nedeni ise ABD’de doktoranın ilk iki yılının derslerle geçmesi ve dersleri bitirmiş bir öğrencinin o günün en son bilgileri ile donanmış hale gelmesi diyebilirim. Böylece background eksikliği giderilmiş oluyor.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

OKUYAN BEYİN

Şu anda gözleriniz beyaz bir kâğıt üzerine yazılmış siyah renkli, kimi düz, kimi eğimli çizgilerden oluşan, bazılarının birden fazla parçası olan şekiller üzerinde dolaşıyor ve onları satır satır tarıyor. Ancak beyniniz bu basit şekilleri algıladığında olağanüstü bir değişim gerçekleşiyor ve zihninizde bilimin gizemli dünyasına, yepyeni bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Büyük olasılıkla okuyan bir beyinde neler olup bittiğini, okumanın beyinde ne tür etkileri olduğunu öğrenmenin beklentisi içine girdiniz, belki de daha önce üzerinde hiç düşünmediğiniz, fakat yaşamınızın büyük bir bölümünü kapsayan bu işlev hakkında bir şeyler öğrenecek olmanın heyecanını hissetmeye başladınız. Bu değişim, yani beyaz kâğıt üzerindeki gelişigüzel siyah çizgi veya şekillerin bizleri bir anda bambaşka dünyalara götürüp olağanüstü duygular yaşatması, insan beyninin en olağanüstü işlevlerinden biri. İlginç olan ise, tür olarak milyonlarca yıldır bu gezegende yaşıyor olmamıza rağmen bu işlevi çok yakın bir geçmişte, günümüzden yaklaşık 10 bin yıl kadar öncesinde icat etmiş olmamızdır. Peki beyin nasıl okuyor? Beyinde görme merkezi olduğu gibi acaba bir de okuma merkezi mi var? Okuyan beyinle okumayan beyin bir mi? Acaba gelişmişlik seviyesi ile toplumun okuma düzeyi arasında bir bağlantı olabilir mi?
TÜBİTAK Bilim ve Teknik dergisinin Eylül 2011 sayısı için beynin okuma işlevini konu alan bir yazı kaleme aldım. Sürprizlerle dolu, ilgi ile okuyacağınız bir yazı olduğuna inanıyorum. Keyifli okumalar.. 


25 Mayıs 2011 Çarşamba

Bilimsel Keşfin Beklenmedik Kaynağı:Rastlantı Küften fare zehirine, oradan ecza dolaplarına;milyonları kurtaran bir ilacın hikâyesi

Bilim tarihi ilginç keşif hikâyeleri ile doludur. Dikkati çeken ise “rastlantı”nın bu keşiflerin pek çoğunun ortaya çıkmasında oynadığı olağanüstü roldür. Bilim insanının olup bitene yepyeni bir gözle bakabilme ve herşeyi sorgulama özelliği ile bir araya geldiğinde rastlantılar milyonların yaşamını etkileyecek keşiflere dönüşmüştür. Pek çok keşfin ortak yönü görünüşte birbiri ile ilgisi olmayan gerçekler arasında daha önce görülemeyen bağlantıların kurulmasıdır. Bilim tarihinde buna en güzel örneklerden biri sığırlarda ortaya çıkan bir kanama hastalığını, fare veya kobay zehirini, başarısız bir intihar teşebbüsünü, bir Amerikan başkanının kalp krizini ve dünya genelinde milyonlarca insanın her gün kullandığı bir ilacı kapsayan hikâyedir. Diğer keşiflerde olduğu gibi, varfarinin hikâyesi de bilim insanlarının laboratuvarlarda geçen sayısız günlerini ve gecelerini, alın terlerini, hem zihinlerini hem de fiziksel kaynaklarını olağanüstü bir kararlılıkla problemin çözümüne odaklamış olmalarını içerir.

TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisinin Haziran 2011 sayısı için bilimde rastlantının önemini gösteren bir yazı kaleme aldım.  İlgi ile okuyacağınızı tahmin ediyorum.

28 Nisan 2011 Perşembe

Korkusuz Beyin

Güneşin ışıklarının ağaçların yaprakları arasından süzülerek aydınlattığı bir patikada yürürken göz ucuyla gördüğümüz bir şey aniden sıçramamıza, kalp atışlarımızın hızlanmasına, kan basıncımızın yükselmesine, yüzümüzde korku ifadesinin belirmesine ve korkulu anlar yaşamamıza neden olabiliyor. Gördüğümüz o şey gerçek bir yılan da olsa, yılana benzeyen kurumuş bir dal parçası da olsa yaşadıklarımız değişmiyor. Görüntünün gözümüze ilişmesi ile başlayan bu bir seri olay, bizim kontrolümüz dışında ve saliseler içinde gerçekleşiyor. Aslında tepki verme süremiz göze gelen bilginin beynin en gelişmiş, düşünen, değerlendiren ve karar veren bölgelerini devreye sokmak için gereken süreden çok daha kısa. Peki o zaman ölümle yaşam arasındaki hassas çizgiyi belirleyebilecek kadar önemli olan bu işlev,yani korku nasıl gerçekleşiyor?
TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisinin Mayıs 2011 sayısı için "Korkusuz beyin" başlıklı bir makale yazdım. Universitemizden bir grup nörobilimci makaleye konu olan S.M. üzerinde yıllardır çalışıyorlardi. Uzun bir süreden sonra nihayet eçtiğimiz günlerde S.M. sayesinde çok önemli bir buluşun altina imza attılar. "Korku" duygusu ile beyin arasındaki ilişkiyi çözdüler. Amerika'da hem yazılı hem de görsel medyada buyuk ilgi goren bu bilimsel keşfi ülkem okurları için kaleme aldım.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Yaşamın Sırrı DNA: Genetik Reform ve Geleceğimiz

Facebook sayfam veya e-maille bana ulaşarak kendi üniversitelerinde de konuşma yapmam için davet eden veya bu yöndeki arzularını dile getiren sevgili okurlarıma ilgilerinden dolayı çok teşekkür ederim. Zamanımın sınırlı olması nedeniyle bu seferlik sadece bu üç üniversitenin davetlerine evet diyebildim. Konuşmalarımı ilgili üniversitelerin rektörlükleri düzenlediler. Türkiye’min her köşesindeki üniversitelerimizde okurlarımla buluşup tanışmak ve moleküler yaşam bilimleri konusunda seminerler verip sohbet etmek benim için büyük bir mutluluk kaynağı olacaktır.



7 Mart 2011
Erciyes Üniversitesi
Yaşamın Sırrı DNA; Genetik Reform ve Geleceğimiz
Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu Konferans Salonu
Saat: 14.00

8 Mart 2011
Melikşah Üniversitesi
Genetik Reform ile Şekillenen Geleceğimiz
Hukuk – IIBF Konferans Salonu
Saat: 14.00

10 Mart 2011
Atatürk Üniversitesi
Yaşamın Sırrı DNA; Genetik Reform ve Geleceğimiz
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi
Saat: 14.00

13 Ocak 2011 Perşembe

HIV/AIDS


Kimileri AIDS’in sadece eşcinsellerde görülen bir hastalık olduğunu sanıyor, kimileri ise acı biber yemenin virüse karşı koruma sağladığını ileri sürüyor. AIDS hastalığına neden olan virüsün, batının ilerlemiş ülkelerinin silahlı kuvvetlerine ait laboratuvarlarda geliştirildiğine inananlar olduğu gibi, bilim adamlarının onu laboratuvarlarda yarattığını söyleyenler de var. Gerçekten öyle mi? Yoksa bu bilgilerin çoğu bilgi kirliliği mi? İnsanlık tarihinin gördüğü bu en büyük salgın hakkında bildiklerimiz, şüphesiz ona karşı yürütülen savaşta ne kadar başarılı olacağımızı belirleyen en önemli etkenlerin başında geliyor.TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisinin Şubat 2011 sayısı için HIV AIDS konusunu kaleme aldım.
Yazım için Iowa Üniversitesi HIV/AIDS Kliniği’nin yöneticisi ve ABD’de yapılan aşı çalışmaları ile virüs araştırmalarına yön veren komitelerde yıllarca başkanlık ve üyelik yapmış olan arkdaşım ve meslektaşım Prof. Jack Stapleton ile AIDS konusunda bir söyleşi yaptım.

Aşağıdaki video HIV'nin yaşam döngüsünü animasyon olarak gösteriyor.

HIV konusunda yazmaya karar vermemde önemli bir etken ülkemizde HIV/AIDS hakkında kulaktan dolma, yanlış bilgilerin dolaşıyor olması. Örneğin bir defasında konu ile ilgili bir radyo programında röportaj yapılan kişinin, acı biberin HIV enfeksiyonunu önlediğini söylediğini duymuştum. Benzer şekilde, Afrika’da bakire biriyle cinsel ilişkide bulunmanın HIV/AIDS hastalığını tedavi edeceğine inananlar olduğunu biliyoruz. Son yıllarda ülkemizde de HIV/AIDS vakalarının sayısı giderek artıyor. Birleşmiş Milletler AIDS Programı 2010 Yılı Raporu’nda, ülkemizde tahminen 4600 HIV/AIDS hastası olduğu belirtiliyor. Bu rakam 5,6 milyon AIDS hastasının olduğu Güney Afrika’ya kıyasla çok düşük gibi görünse de, ülkemizin konumu açısından HIV hâlâ çok önemli bir tehlike durumunda. Birleşmiş Milletler raporu özellikle doğu Avrupa ve orta Asya ülkelerinde 2000 yılından beri AIDS virüsü taşıyanların sayısının hızla arttığını ve üçe katlandığını bildiriyor. Yine aynı raporda, en fazla AIDS hastası bulunan Afrika’da AIDS’ten ölenlerin sayısı düşüşe geçmişken, doğu Avrupa ve orta Asya’da grafiğin hâlâ tırmanışta olduğu belirtiliyor. Ülkemizle bu ülkeler arasındaki ilişkiler her geçen gün artıyor. Ekonomik veya turistik nedenlerle bu ülkelerden kısa veya uzun süreli olarak ülkemize gelenlerin sayısı birkaç milyona ulaşıyor.

HIV’nin çocuk, genç, ihtiyar, erkek, kadın, eşcinsel, heteroseksüel ayrımı yapmadan herkese bulaşması da her zaman göz önünde bulundurulması gereken önemli bir gerçek. 2009 yılı istatistiklerine göre dünya genelinde 33,3 milyon çocuk ve yetişkin HIV taşıyor ve bunların yarıdan biraz fazlasını kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Ayrıca her yıl 2,6 milyon kişi AIDS virüsüne yakalanıyor. Bütün bu veriler HIV enfeksiyonunun hâlâ çok önemli bir tehlike olduğunun ve bu konuda ülke olarak tetikte olmamız gerektiğinin altını çiziyor. HIV/AIDS enfeksiyonlarının önlenmesinde ilk basamak şüphesiz konu hakkında doğru bilgilerle donanmış olmaktır. Hastalığın yayılmasında insan davranışı en önemli faktör olduğu için, doğru bilgi büyük ihtimalle doğru davranışı da beraberinde getirecektir.